Ayakta Kalmak

Alışıldık kahpe bir dünya var yine karşımızda. Yolunda gitmeyen işler, üst üste gelen sıkıntılar, ayrılıklar, acılar ve kalleşlikler olmazsa olmazı zaten bu düzenin. Kimi zaman ayaklarımıza güç yetiremediğimizde, yapabileceğimiz tek şey dizlerimizin üzerine çöküp olağan herşeye lanet etmektir hani. Halbuysa dünyanın en büyük acısı değildir bizimkisi, ama hiçbirimiz bunu dikkate bile almayız.

Bir insan tanıyorum; yılların, acıların, kalleşliklerin yıkamadığı. Bir kadın tanıyorum; binlerce erkeği cebinden çıkarabilecek kadar cesur ve azimli. Bir anne tanıyorum, evlatları için kendi mutluluğunu, kendi ömrünü feda eden. Evet bunların hepsi tek bir kişi. O benim manevi ablam ve annem. Hayatımda gördüğüm en güçlü kadın…

Ama hayat dedik ya; ne kadar iyi olursan o kadar çok kazık yersin hani. Üstüne üstelik bu kazıklar ve ihanetler en yakınlarından geldiğinde dayanılmaz bir hâl alır. Biz yıkıldık kimi zaman ama o hâlâ yıkılmadı.

Babası onları bırakıp gittiğinde henüz 1 yaşındaydı. Yürümeyi bile yeni yeni söküyordu belki de. 3 yaşındaki abisi ve annesiyle kalakalmışlardı ortada. Bir gecekonduya yerleştiler ve hayat böyle başlamıştı onun için. Büyüdü, yetişti, güzelleşti. Çabalarının, emeklerinin karşılığını almaya başlamıştı Gazi ünv. müzik öğretmenliğinden mezun olduğunda. Bir askerle evlendi. Sıkıntılar, çileler peşini bırakmadı tabiki ama sahip oldugu 2 çocuk ona dertlerini sıkıntılarını unutturuyordu. Büyüttü, yetiştirdi onları. Neredeyse mükemmel tabirine yakın bir evlat yetiştirmişti, bir erkek evlat… Çok düşkündü ona, o da annesine. Gata’dan mezun olmuştu gönlünün köşkü. Çok güzel planları vardı birlikte. Bir hastane açıp haftanın bir gününü de muhtaçların tedavisine ayıracaklardı. Ama nasip olmadı. Doktorluk yapmaya başlayalı 1 sene bile olmadan bir trafik kazası geçirdiler. Ömrünü verdiği, yanından hiç ayırmadığı canını, yavrusunu o kazada kaybetti. Yeni aldığı bilgisayarını sadece bi gece kullanabilmişti. Oysa ne kadar da sevinmişti onun için. Ama bir gün işte sadece bir gün… Bunlar yetmezmiş gibi kocası da ihanet etmişti ona. Artık yapayalnız kalmıştı koca dünyada. Ama yine de yılmadı, tükenmedi, insanlığından bir gün bile taviz vermedi. Elinden geldiğince hep yardım etmeye çalıştı muhtaçlara. Hala da çalışıp çabalıyor bir başına. Her resimde oğlu, her sözünde oğlu… Oğlunun anılarıyla başbaşa kalmış acılı bir anne… Hâlâ ayakta, hâlâ dimdik…

Bu hayatın romanlarda okuduğumuz acılı hayatlardan tek bir farkı var, o da yazılmamış olması. Şimdi oturup şöyle bir düşünüyorum da; biz tüm bunlar gözümüzün önündeyken, küçük sıkıntılar yüzünden yıkılırsak, pes edersek, bu insanın değer verdiği, uğruna çalıştığı değerlere, ülkeye, bizim için umutlar besleyen insanlara ihanet etmiş olmaz mıyız? Bir askerin nöbette uyuyarak taburunu tehlikeye atması veya bir kaptanın dümeni bırakarak geminin buzdağına çarpmasına göz yumması nasıl bir ihanetse bizim yaptığımız da aynen bir ihanettir. Aslında onlar hiçbirşey yapmadı değil mi? Zaten sorun da burda başlıyor. Hiçbir şey yapmamak… Mecburen giden hayatımıza yön vermemek, kaptan misâli…

Hepimiz birer kaptanız bu gemide. Gemi yürüyor ve nasıl olsa yürüyecek. Fırtınalara, dalgalara yenik düşüp ya da buz dağına çarpıp alabora olmadan devam etmeliyiz. Çünkü taşıdığımız can sadece biz değiliz.